GİRİŞ
İki bölümden oluşan bu çalışmanın birinci bölümü, Uluslararası Tarihte Türkler ve Kürtler Sempozyumu’na dair gözlemleri, benzeri sempozyumların evveliyatları ve gelecekte almalarında yarar görülen şekillerine dair bazı düşünceleri içermektedir. İkinci bölümde de tarafımızdan sempozyumda verilmiş olan “Türk Tarihî Geçmişinde Kürtlerin İdari, Siyasi, Alanlarda Paylaştıkları Coğrafyalar ve Kültürel Birliktelikleri” isimli bildirimiz yer almaktadır.
Birinci Bölüm
Sempozyum duyurusunu alan katılımcıların büyük çoğunluğu bu etkinliğin “Akil İnsanlar Heyetleri” veya “Kürt Çalıştayları” gibi Kürt konusundaki hükûmet açılımlarının bir parçası olduğunu düşünmüştür. Türk tarih Kurumu Başkanının açılışta yaptığı kısa konuşma ile bunun böyle olmadığı açıklık kazandı. Bu konuşma Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş amacını anlatan tanıtım programı ile de bire bir örtüşüyordu.
Bizim hazırladığımız bildiri de farklı değildi. Bizi sempozyuma cezbeden sebep ise oldukça farklı idi. Biz, ana dili Türkçe ve anadili Kürtçe olan Türklerin sosyal bilimlerin farklı zeminlerinde Türk-Kürt ilişkilerine geçmişten ilmek getirerek geleceğe nasıl baktıklarını dinlemek istiyorduk. Türkoloji, uzun süre Kürt gerçeğinden hareketle fazla bir gündem oluşturmamış oluşturamamıştı. Son yıllarda Türk sosyal bilimlerinin gündeminde Kürdoloji de yer almaya başlamıştı. Ancak Türkoloji Kürdolojiyi yok sayıyor ve kendince izahlar yapıyor inşa edilmek istenilen Kürdoloji de Türkolojinin dışında kendisine yaşam alanı arıyordu[3].
Konuyu daha evvelinden ele almak ve safhaları ile irdelemek mümkündü. Uzun yıllar Türkiye Türkolojisi, Kürdolojiyi yabancı entelijansın bir organı gözü ile görmüştü. İlkin Moskova ve akabinde Paris Kürdoloji Enstitüleri ve bir süre sonra Leningrad’da da üçüncüsü kurulmuştu. Ermenistan radyo yayın etkinlikleri de zaman zaman Kürdoloji içerikli olduğu üzerinde durulan dil ve halk bilim çalışmalarında bulunuyordu. Esasen Rusların Kürdolojiye daha doğrusu halkların etnik kimliklerine duydukları ilgi Sovyetler Birliği döneminden önce başlamış Erzurum ve Bitlis’e kadar uzanan Rus işgal kuvvetleri ve diplomatik misyonları bu tür çalışmalar da bulunmuşlardı. Batı Avrupa’nın bazı ülke başkentleri ise bazılarına göre Kürtlüğün kapsamında düşünülen Zaza faaliyetlerine ilgi duymuşlardı. Bu kısa açıklamayı, Kürdoloji tarihi adına değil, günün yakın geçmişi hatırlama adına yapmaya ihtiyaç duyduk.
Son 10 yıldan beri yaşanılan bir durum daha vardı. Diyarbakır ve çevresinde yapılan ulusal ve uluslararası sempozyumların katılımcıları sempozyum düzenleyenlerin Türklük anlayışına göre şekilleniyor ve konular ile konuşmacılara bu durum yansıyordu. Başka bir ifade ile ana dili Türkçe olan Türklerle ana dili Türkçe olmayan Türklerin konuşmacıları ve konuşma konuları dünya görüşlerinde farklılıklara göre belirleniyordu. Böylece, yapılan yayınlara ulaşmak zor olmamakla birlikte Irak, İran ve Avrupa ülkelerinde Kürtler konusunda çalışma yapan uzmanlarla tanışma imkânı bulunamıyordu. Bu kere Türk Tarih Kurumunun sempozyumu ile Paris ve Moskova Kürdoloji Enstitülerinin uzmanlarını tanıma hayalleri de gerçekleşmemiş oldu.
Siyasi, ideolojik ve politik birikimli ana dili Kürtçe olan kimseleri TV aracılığıyla az çok izleyebilen sosyal bilimciler, alanlarında çalışma yapan ana dili Kürtçe olan meslektaşları ile tanışma imkânı bulamamış oldular. Bize göre bu bir sorundur, çözülmelidir ve çözümü ilgili kurumlara düşer. Türkiye üniversiteleri bünyelerinde beş Kürdoloji Araştırma Merkezi olduğu bilinmektedir. Ancak bu merkezlerin müfredatlarını ilgili araştırmacı ancak YÖK’ün sitesine girerek az çok öğrenebilir. Bize göre Türk Tarih Kurumu ilgili üniversitelerle gerekli bağı kurup seminer veya sempozyumlarla ülkenin aydınını “taraflar” olarak kalmaktan çıkarıp daha yakın tanış kılmalıdır.
Katılımcıların görüşler ve yapılan çalışmalar bazında ilişki kurmalarında da bize göre önemli mesafeler alındı. Üç seksiyonda sürdürülen oturumların hepsini izlemek haliyle mümkün değildi. Türk-Kürt ilişkilerine Marksist bir yaklaşımla bakan bir akademisyenden bu ilişkinin dış emperyalizm boyutuna dair bize göre önemli olan açıklamalar dinledik. Kürt ve Türk aydınına çelişkinin birlikte yaşayan halklar arasında değil bu halklarla dış emperyalizm arasında olduğunun anlatılabilmesi hâlinde ciddi bir ortak taban oluşturulabilir kanaatini edindik.
12 Eylül Darbesi’nden sonra devletin gündemine kültürel kimlik de girmişti. Arayışın konumuzla ilgili kısmı kadarı ile problem şu şekilde özetleniyordu: Avrupa aydınını bu konuda Kürdoloji Enstitüleri fikir bakımından besliyorlar. Akademik görüşlerin üretilmesine ihtiyaç vardır. Türk Tarih Kurumu ve benzeri kuruluşlar harekete geçebilmeli. Ayrıntıya girmeden denilebilir ki, Türk Tarih Kurumuna hâlâ çözüm merkezi olarak bakılmaktadır.
Ahmedi Hani, Mem-u Zeyn ve Memo Alan gibi bildiri konuları bakımından deyinilen bir kuruluş da Kültür Bakanlığı oldu. Türk tarih Kurumu gibi bu Bakanlığın da bu konuda yayın yapması gerektiği tartışıldı. Bakanlığın ilmî araştırma yapması gibi sorumluluğunun olmadığı açıklanırken bu konularda geçmişteki safhaların da bilinmediği anlaşıldı. Kısaca ortak hafızadan çok yoksun bir tartışma ortamı yaşandı.
Önemli bulduğumuz bir diğer konu da Zaza konusu idi. Bu konuda bildiri veren araştırmacı, Zazaların Kürtlük içerisinde yok edilmeye terk edildiğini anlatarak üzüntüsünü belirtiyordu. “Yayın yok; dil çalışması olmayınca yayın da olamıyor ve giderek Zazalık bitiyor.” anlamında açıklamalar yapıyordu. TRT Şeş’deki arada bir yapılan yarım saatlik yayının bu tükenişe engel olamayacağını çok samimi ifadelerle anlatıyordu. Anlatırken düştüğü çelişkinin de farkında idi. Üç ayrı Zazaca konuşan halkın bir birini anlayamadığını, Zazaca TV yayınlarının da pek dinlenemediğini, halk kültürü çalışmalarının yapılamadığını, bunun için bir kuruluşlarının yetişmiş elemanlarının olmadığını belirtiyordu.
Ona göre Türkiye’de 3.6 milyon Zaza vardı. Bu rakam esas alındığı durumda Türkiye’nin 150 milyon nufusa sahip olması gerekir. Genç araştırmacıların, kendilerini ifade ederlerken slogan dilini kullandıklarını fark ettim. Bildiri sahibi, Türkiye’nin bütün kasabalarına dağılmış olan Zazaların devlet dairelerinde mesela adliyede, hastanelerde Zazaca bilinmediği için Zaza halkının hizmet alamadığını söylüyordu. Bu yaklaşım tarzının esas alınması hâlinde Türkiye’de farklı ana dil sayısı kadar bu dilleri bilen savcı, hâkim, doktor vs. gerekli idi. Ancak haklı olunan bir husus vardı. Ülkede bir tek fertle de temsil ediliyor olunsa dahi bütün halk kesimlerinin kültürleri araştırılabilmeli ve onlara millî servetin asli parçaları gibi bakılıp yaşama imkânı tanınabilmeli idi.
Sempozyuma katılan araştırmacılardan öğrendiğim bir husus daha vardı. Soranice ile Bohtinanice arasında gramer, alfabe lügatçe farkı ihtilafı hâlen devam edebilirken Soranice nasıl olmuştu da eğitim dili olabilmişti. Bu kültürel gerginliğin doğurabileceği sorunları yok saymamak gerektiğini düşünüyoruz.
Çok tartışılan konulardan birisi de Kürdistan meselesi idi. Kürdistan var mı idi, geçmişte olmuş mu idi, tarihî Kürdistan Misak-ı Millî’nin ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının neresinde idi? Bazı bildiri sahipleri Evliya Çelebi gibi seyyahların eserlerinde geçen her Kürt kelimesini Kürdistan olarak göstermeleri karşısında çok ciddi ilmî cevaplar aldılar.
Dikkatimizi çekin bir husus da 12 Eylül’den sonra oluşan Kürtçülük karşıtı akademik yapılanmaya nazaran bu defa bu karşıt hareket çok daha kadrolu, çok daha akademik ve o kadar da hazırlıklı idiler. Bizim gönlümüz âlimlerin anlaşarak alemleri anlaşır hâle getirebilmelerinden yanadır. Anadolu’nun doğu ve güneydoğusu öncelikli olmak üzere daha 9. yüzyılda Batı kaynaklarına Türkmeneli olarak geçmiş olduğu konusuna hiç değinilmedi. hâlbuki bu Tuncer Baykara ve Erdal İlter tarafından 30 yıl evvel belgelenmişti. Aynı konuda ilginç olan diğer husus ise Türkmeneli veya Kürtmeneli diye tartışılan coğrafya için Haydat Doktrini gereğince Ermeniler Batı Ermenistan demektedirler ki bizim katıldığımız oturumlarda hiç dile getirilmedi.
Bir diğer gözlemimiz ise Kürt kültürel kimliğini oluşturma gayretlerindeki gerçekçi olmama hâli idi. Ulus devletler oluşturma çağında sık görülen hamasette gerçeksizlik olgusu günümüzde bir kısım ana dili Türkçe olmayan Türklerin millet inşa etme gayretlerinde de yoğun olarak görülmektedir. Bu tür uygulamalar ve arayışlar taban ve taraftar bulamazlar. 2011 yılı sonbaharında Ankara’da Diyarbakırlılar adına yapılan bir sempozyumda kariyer sahibi bir üniversite mensubu, Hz. Adem’in dilinin Kürtçe olduğunu iddia edebiliyordu. Türkler ve Kürtler Sempozyumu’nda da benzeri ruh hâli farklı formatta sergilenebildi. Bir bildiri metninde Ahmedî Hani hem tasavvuf ehli bir Hak adamı ve hem de halk hareketinin direnişçi lideri olarak sunulabildi. Ahmedî Hani etrafında oluşturulmak istenilen ideolojik yapılanmanın, temel hatlarının bize göre gözden geçirilmesi gerekir. Tasavvuf ekollerinin ana dil farkına veya coğrafyaya göre şekillenmediği gerçeği anlaşılabilmeli. Ahmedî Hani Anadolu toprağının çağında yetiştirdiği farklı bilim dallarında çalışmalar yapıp kültürümüze eserler kazandırmış saygın bir bilim ve gönül insanıdır.
Parmak basılan bu yansıma şeklini ana dili Türkçe olan bir kısım uzman bilim insanlarının açıklamalarında gözlemek mümkündür. Bu hâli anılan sempozyumda da gözleyebildik. Türkçe ve Kürtçe yapılmış türkülerin karşılaştırılmasını yapan ve etkileşimlerine izah getirmek isteyen bir bildiri, “Kürtçe türküden bahsedilirken türkü kelimesinin kullanılamayacağı, türkü denilmekle Türk’e aidiyetin anlatılmış olduğu, Kürtçe türküden ancak dengbej denilerek söz edilebileceği” tepkisi ile karşılandı. Bu tepki bizde şaşkınlık yarattı. Türk’e ait olmak sadece ve mutlaka ana dili Türkçe olanlara tanınmış bir hak değildir. Çünkü Türk’e ait olanların yapıcıları sadece ana dili Türkçe olanlar değildir. Türk milleti sadece ana dili Türkçe olan halktan oluşmamıştır. Türk milleti Anadolu bağlamında Türkiye cumhuriyetini kuran halktır. Türk kültürü bu halkın kültürü iken Cumhuriyet’i sadece ve muhakkak ana dili Türkçe olanlar kurmadı. Bu noktada dengbej de bize göre türkü kadar bizimdir, millîdir, Türk’ün malıdır. Ülkenin arkeolojik servetine haklı olarak sahip çıkmıyor muyuz? Kazılar yapıp edinimleri müzelerken arkaik döneme de sahip çıkmıyor muyuz? Ana dili farklı olan medeniyetlere de sahiplik yapmıyor muyuz? Bizim olanı sahiplenebilmek için yapanının muhakkak tarihte mi yaşamış olması gerekir.
Azerbaycan Türk kültür coğrafyasında halk tababeti anlamında Türkeçare tanımlaması kullanılır. Halk hekimliğine giren her türlü sağaltma yöntem ve vasıtaları Türkeçare kapsamında kabul görür. Bu yöntemle yapılan sağaltmalarla şifa götürenler ve şifa bulanlar mutlaka ana dil Türkçe olanlar mıdır? Anadili Türkçe olmayan Türk müzik erbabını dışlamanın izahını biz şahsen yapamıyoruz.
Biz, Türkçe terennüm edilmiş türkülerin verdikleri mesajlar, içerdikleri incelikler, sanat özellikleri ile Kürtçe bilmeyenlerin de takip edebilecekleri kültür politikasının yararına inanıyoruz. Türküler halk ozanlığının gelişmiş ürünleridir. Halk sanatçısı, halkın duygu ve düşüncelerine sanatı ile aracılık yapan kimsedir. Farklı ana dilli halk kesimlerinin ortak kültür dili Türkçe olurken, Türkçenin ortak iletişim ve eğitim dili olmasında birleşilirken mesaj taşıyıcı sanatçıların farklı ana dilli halklara mesajlarını ulaştırabilme sorumlulukları ve farklı ana dilli halkın da bu kaynaklardan yararlanabilme hakkı vardır.
80 milyon Türk’le birlikte yaşayan halkların hepsinin dillerini ayrı ayrı öğretemezsiniz. Ancak ortak Türkiye Türkçesine bir dereceye kadar da olsa 80 milyon tarafından anlaşılabilir Türkçe olma özelliğini kazandırabilirsiniz. O durumda her hastanede her adliyede bütün Anadolu dillerini bilen tercüman arama tutarsızlığından kurtulmuş olursunuz.
İkinci Bölüm:
Türk Tarihî Geçmişinde Kürtlerin İdari, Siyasi, Alanlarda Paylaştıkları Coğrafyalar ve Kültürel Birliktelikleri:
Giriş
Bu çalışma ile ilgili ilk adım, 1986 yılında başlatılan “Türklerin Dünya Medeniyetine Tarih Boyunca Katkıları” isimli çalışmada kısa açıklamalarla anlatmak maksadıyla atılmıştır[4]. Bu münasebetle Türklerin tarih sahnesine ilk çıkış tarihleri esas alınarak onların kurdukları devletler, bu devletlerin mensubu bulundukları dinler, yaşadıkları coğrafyalar, başkentleri, idare şekilleri ve hükümranlık süreleri ile kuruluş ve yıkılış tarihleri, kullandıkları yazı dilleri ve alfabeleri, kurucu hanedanları, birlikte yaşadıkları halklar ve yıkılış sebeplerine dair bilgi verilmiştir. Bu çalışma, 2011 yılında ilave bilgilerle donatılarak tekrar ele alınmıştır[5].
Bu çalışma bize, halkların birlikte oluşturdukları kültür coğrafyalarının üzerinde oluşturulmuş olan; dinî, edebi, siyasî, idari, askerî, mali, vb. eserlerin, katkı payları farklı olsa da, halklardan tamamen birine ait olmadığını göstermiştir. Bu bildiride ise belirtilen çalışmanın farklı bir sunum şekli olarak, tarihî ortaklardan Türk-Kürt ortaklığı üzerinde bazı örneklemelerle, kronolojik olarak durulacaktır.
Ayrıca bu kere, birlikte yaşayan halkların özel kültürel verileri dikkate alınarak halkların birlikte oluşturdukları ortak kültürel kimliklerinin yanı sıra, farklılıklar da içerebilen ve yukarıda belirtilen alanlarda tezahür edebilen özel kültürel kimliklerinin korunmasının, kederde ve kıvançta birliktelik ilkesine güç katabileceğinin üzerinde durulacaktır.
Bize göre; halklar aynı devletin siyasi çatısı altında bir araya gelememiş olsalar da keder ve kıvanç ortaklığı, tarihî birlikteliği yaşamış halklar için geçerli olmalıdır. Komşu komşunun külüne muhtaçtır, özlü sözü, aileler için geçerli olduğu kadar halklar ve bilhassa ortak coğrafyalı halklar için de geçerlidir.
Metin
Türk-Kürt tarihî birlikteliği; Saka/İskit Türk İmparatorluğu ve Kengeres Devleti (MÖ VII-MS II) ile başlamış, Hun-Türk İmparatorluğu-Eftalitler, Gök-Türk Hakanlıkları (552–744), Uygur Hakanlık ve Devletleri (745–840), Hazar Hakanlığı (625–1015), Avar Hakanlığı (558–807), Bulgar Devletleri (630–1236), Karahanlılar (840–1042), Gazneli Sultanlığı (969-1187), Büyük Selçuklu İmparatorluğu (1040-1057), Eyyübiler, Safaviler, Harzemşahlar Devleti (1097-1231), Türk Moğol İmparatorluğu (1206-1227), Altınordu Devleti (1236-1502), Mısır Türk Devleti (1250-1382), Timur Devleti (1370-1507), Kara Koyunlu (1380-1468) ve Ak Koyunlu (1350-1502) Devletleri, Babür İmparatorluğu (1206-1419), Osmanlı İmparatorluğu (1299-1920), Türkiye Cumhuriyeti (1920- ) ile devam etmektedir. “Bu devlet yapılanmaları kapsamında, Türkler birlikte yaşanılan halklarla bilhassa Kürtlerle iyi ve güzel ne ürettilerse eksik ve hatalı ne yaptılarsa birlikte yaptılar.” denilebilir. Bu devletlerde, yönetici hanedan ismi değişmiş olsa da Kafkasya’da, Türkistan’da, Orta Doğu ve Balkanlar’da aynı kültürü paylaşan halkların coğrafyasında kurulan devletlerin kurucu halkı aynıdır. Bildiride, bu kültür coğrafyasının kültür tarihi arka planı ele alınarak Türk-Kürt ortaklığı anlatılmaktadır. Açıklamalarımızda, bu devletlerin beheri ayrı bildirilerde alındıkları için, daha ziyade Batı Türklüğünden örneklemeler üzerinde durulacaktır.
Bu devletler sırayla Göktürk alfabesini, Orhun alfabesini, Arap alfabesini, İbrani alfabesini, (Hazarlar Avarlar, Bulgarlar) ve Latin alfabesini kullanmışlar; yazı dilleri, Türkçe, Arapça ve Farsça, Grekçe (Hazarlar, Avarlar, Bulgarlar) olabilmiş; dinleri Tengricilik, İslamiyet, Hıristiyanlık (Hazarlar, Avarlar, Bulgarlar), Musevilik (Hazarlar, Avarlar, Bulgarlar) olmuştur.[6]
Ön Asya’da Kürt adına, M.Ö. VII yüzyılda içinde Türklerin de bulunduğu Saka-İskit Konfederasyonu’nun göçünden sonra rastlanıldığı ifade edilmektedir.[7] Bu süreç Osmanlılara kadar sürmüş ve Türkiye Cumhuriyeti ile devam etmektedir.
Ön Türkler olarak kabul edilen Kimmerlerin M.Ö II. bin-V. yüzyıllarda arasında yurt tuttukları topraklar arasında Anadolu da vardır. Kür-Aras Kürtleri 646–1576 tarihleri arasında Sakaların bir boyu olarak tanımlanmaktadırlar[8].
Şerefname, Peçenek (Becene/Becene) Türklerini Kürtlerin ataları olarak gösterir. Kıpçakların Batıdaki adları Kuman’dır. İsmail Hami Danişmend’in bir tespitine göre Karapapaklar, Peçenektirler[9].
Bu ve benzeri tespitlerden hareketle anlatılmak istenilen bölge halklarının tek tarihi geçmişleri olduğu ve bu geçmişin muhakkak Türklükle izah edilebileceği hususu değildir. Bölge halklarının birbirlerinden az çok farklılar da arz edebilen tarihî arka planlarının olduğu bir gerçektir. Ancak bir gerçek daha vardır. Bu tarihlerin ortak noktaları da çoktur. Biz bu noktaya kısaca değinip kültürel hayattaki birliktelik üzerinde örneklemeler yapmaya çalışacağız.
XII. yy.daeKudüs’ten Haçlı kuvvetlerini temizleyen anne tarafı Türkmen olan Selahaddin Eyyubi ve Şeddatoğulları, Kür-Aras ve Aran Kürtlerinin Müslüman olan Revadlı boyundandır. Bunlar; Şattatoğulları, Eyyübiler ve Uzunoğulları olarak üç kola ayrılmış, Gence, Divin ve Anadolu’da beylikler kurmuş, Selçukluların Anadolu’yu fethinde öncülük ve kılavuzluk yapmışlardır[10].
Alpaslan’ın, Selçuklu sancağı altında Türk-İslam toplumuna kazandırdıkları ile Selahattin Eyyubi’nin Eyyubi sancağı altında aynı topluma kazandırdıkları arasında hedef ve amaç bakımından hiçbir fark yoktur. Her ikisi de devletlerini aynı anlayışla yapılandırılmışlar ve her ikisinin ordusunda da ortak olan bölge halklarından insanlar askerlik yapmıştır. Dönemlerinin bölgesel güçleri durumunda olan her iki devlet de âdeta aynı topraklarda arkalarında onlarca yerel beylik bıraktılar. Bu yönetimler döneminde üretilen edebî, mimari, dinî eserler, bu halklar tarafından birlikte üretildiler. Bunların devlet felsefesinde kurucu hanedanın etnik kimliği isim olmuşsa da millî mefkûre esas alınıyordu.
Devlet yönetiminde de Nizamı Âlem anlayışından kaynanan bir yapılanma vardı. Fatih Sultan Mehmet’in hocalarından Mola Guranî ifadeye göre Gur, Kurmanç’tı[11]. Keza Ebussuud Efendi’nin de Kürt olduğuna dair görüşler vardır.
Harzemşahlar Devleti’nin kurucusu Kutbüddin Muhammed Khalaç/Halaç Kirman boyundandır.[12] Varto, Hınıs, Tunceli bölgesindeki halk inançlarında önemli yer tutan Köşker Baba, halk nazarında Celaleddin Harzemşah olarak kabul edilir.
Ana dili Kürtçe olan İdris-i Bitlisî Doğu Anadolu’nun büyük bir bölümünü Osmanlı İmparatorluğu’na diplomasisi ile kazandırarak İran-Osmanlı ihtilafını Osmanlılar lehine çözmüştür[13].
985–1085 yıllarında, Ahlat-Bitlis-Diyarbakır-Siirt bölgesinde bir İslam Emirliği kuran Mervanoğulları Çar Bohti/Dört Bohlu adlı boylar birliğindendir[14]. M.A. Kâşgarlı, Batı ve Arap kaynaklarına dayanarak VI-VII. yy. Hazarların Van başkent olmak üzere Doğu Anadolu’da 1,5 asır süren bir hâkimiyet kurduklarını açıklamaktadır[15].
Şırnak bölgesindeki Tatar aşireti büyük ölçüde Türk-Moğol yapılanmasının bakiyesidir[16]. Doğu ve Güneydoğu Anadolu tarihî coğrafyası Ak Koyunlu ve Kara Koyunlu Türk devletlerinin coğrafyası olmuştur. Bu coğrafya aynı zamanda Dede Korkut coğrafyasıdır. Dede Korkut Destanı’nda geçen bölümleri Kürtçe hikâyelerden izlemek mümkündür[17].
Ana dili Türkçe ve Ana dili Kürtçe olan halkların oba ve oymakları etnik kimlik olarak o derece karışmış ve iç içe geçmiştir ki bunların milliyet esasına göre sınıflandırılmaları mümkün değildir.
“Tarihin hangi döneminde ve dünya coğrafyasının hangi kesiminde olursa olsun, Türklerin kurdukları bir devlet yoktur ki bu yapılanmanın Kürtlerle bir şekilde ilişkisi olmasın.” ifadesi büyük ölçüde doğrudur. L. Rasonyi[18] ve J. Nemeth’in Kırım ve Macaristan’da Kürt kabile ve yer adlarına işaret ederek vurguladıkları gerek bu gerçektir.
Peçenekler ve Oğuzlar, Batı Türklüğünün iki asli koludurlar ve bölgedeki savaşlarının en çetinleri din farkından kaynaklanıp kendi aralarında geçmiştir. Peçeneklerin Gregoryen mezhep kimliği ile Gürcü ve Ermeni toplumu içerisinde kimlik değişime uğradıkları ve giderek tarih içerisinde bu iki toplumdan İslamiyet’i seçenlerin Türklüğün ve Kürtlüğün bir parçası oldukları da bir gerçektir.
Sanat tarihinde Koçlu Koyunlu Mezar Taşları olarak bilinen kültür, atlı göçebe bozkır kültürünün mimarlarından Türklere ait olduğu şüphe götürmeyen bir gerçektir. Bu mezar mimarisinin Gürcistan ve Ermenistan’da da görülebilmesinin izahı, bize göre budur[19]. Bu kültürün Doğu Anadolu’da yoğun olarak görüldüğü bölge ise ana dili Zazaca olan Alevi inançlı Müslüman halkın yaşadığı kesimdir.
Atlı göçebe bozkır medeniyetinin sanatına verilen ad olan hayvan üslubunun Orta Doğu ve bilhassa Anadolu’daki temsilcileri arasında Türkler ve Kürtler de vardır[20].
Günümüzde, yakın-uzak çevresi ile Anadolu’yu da kapsayan coğrafyada yaşayan halk inançlarında, bu medeniyetin inanç kültürü olan tanrıcılığın izlerini bariz bir şekilde görebiliyoruz. Bununla birlikte, bölge halk inançlarının derinliklerindeki izler sadece şüphesiz Altay-Türkistan kökenli değillerdir. Bölge halk inançlarında, bölgede ciddi bir inanç katmanlaşması oluşturan Zerdüşt inancının da önemli izleri vardır. Doğu ucu Tacikistan’ı da içeren Zerdüşt coğrafyası, Türkistan’da da hüküm sürüyordu. Bu din Batıda ise Anadolu’nun büyük bir bölümünü de içine almaktaydı. Ana dili Kürtçe ve Türkçe olan bölge halkının halk inançlarında bu izleri görebiliyoruz. Ölümlerin ardından yapılan ve “etin kemikten ayrılma zamanı” olarak bilinen 52. Gün etkinlikleri bunlardandır.
Tengricilik inanç sisteminin bakiyesi olan Anadolu’da ve bilhassa Alevî-Bektaşi inançlı Müslüman kesiminde görülen taş saçılarından oluşan Ovoo/Obooların Anadolu’daki ismine döşşek veya nazar denilmektedir[21].
Ana dili Türkçe ve Kürtçe olan halkların bazı mitolojik objelerde de ortaklıkları vardır. Kozmolojik bir veri olan hayvan ata mitini, Kurt örneğinden hareketle yola çıkılınca her iki halk kesiminin halk inançlarından hareketle örneklemek mümkündür[22].
Bir Kürt destanı olarak bilinen Kava ile Türk destanlarından Ergenekon bize göre zorluktan, kıtlıktan, baskıdan kurtulma gibi temaları bakımından ortak özellikler içermektedirler[23].
Türk destani mitolojik anlatılarında geniş yer tutan “Sudan Çıkan Atlar” inancı Kürtlerin Memo Alan destani eserinde de yar alır[24]. Mem-u Zeyn’in divan edebiyatında yeri Leyla ile Mecnun türündendir. Süleyman Çelebi’nin Mevlit’inin Kürtçe ve Zazaca varyantlarının veya bu dillerle yazılmış mevlitlerin olduğu bilinmektedir.
Tengricilik inancında kült oluşturmuş olan dağ, su, ateş, Türk dilli halkta olduğu gibi Kürt dilli halkın da halk kültüründe yaşamaktadır.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. “Türk dilli halkın halk kültüründe yaşayan öyle bir veri yoktur ki bunun Kürt kesimden örneklenmesi mümkün olmasın.” ifadesi büyük ölçüde doğrudur. Ana dili Kürtçe olan halkın halk kültüründe inanç boyutuyla yaşayan ve fakat karşılığı birlikte yaşanılan diğer halkların halk kültürlerinde olmayan bulgular da vardır. Mesela bazı kara iyelerin tespiti sadece Kürtçe konuşan halklarda yapılabilmiştir.
Bu, muhakkak ki şu demek değildir. Bu coğrafyanın halk kültürünün üreticisi, yaşatıcı sahibi ve vârisi sadece ana dili Türkçe olan Türklerdir. Biz, yapmış olduğumuz çalışmalarımızda, birlikte yaşayan haklardan bilhassa Türkler ve Kürtlerin halk inançlarında ayrılıklardan çok aynılıkları gördük. Halk biliminin diğer alanlarında yapılmış çalışmalarla birlikte düşünüldüğünde, değerlendirme daha sağlıklı olabilecektir.
Sonuç
Ana dili Türkçe ve ana dili Kürtçe olan halkların halk kültürlerine, bilhassa halk inançları kültürlerine bakıldığında bu iki halkın kültür akrabası oldukları rahatlıkla söylenebilir. Yapılan alan çalışması verileri ile açıklanabilen bu teşhis tarihî, dinî ve coğrafi birlikteliğe bakılınca doğal bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır. Halk inançları kültür akrabalığı irdelendiğinde bu akrabalığın yazılı tarihin çok evveline gidebildiğini görmek mümkün olmaktadır.
Türk-Kürt kültür akrabalığının tarihî seyrinden hareketle varılan sonuca gidilirken şunlar söylenebilir:
Türk devletlerinin kültür politikaları, izlenebilen kadarı ile hoşgörü, paylaşım ve özgür davranabilme anlayışından yola çıkılarak oluşturulmuştur. Birlikte yaşayan halkların kültürel varlıkları bu devletlerde inkâr edilmiyordu. Osmanlı Devleti’nin Balkan coğrafyasındaki beslenme ve giyim kuşam etnografyası isimlendirme bakımından Anadolu Osmanlı coğrafyasından farklı değildi. Yeni coğrafyalarda tanışılan yeni kültürler de yok sayılmıyor, yeni kültür çevrelerinin, geçmişleri ve komşu kültürleri ile sürekli senteze gidilebiliyordu. Bu tutumları isimlendirme kültürünün her türünde görebiliyoruz. Fethe açılan yeni bölgelerin yer adları yok sayılmayıp ortak Osmanlı Türkçesi içerisindeki yerini alıyordu. Kültür dilinde de tutuculuk yoktu. Yukarıda yapılan açıklamada sıralanan resmî diller, büyük ölçüde birlikte yaşayan halkların dil özelliklerini de yansıtıyordu. Bunun içindir ki Osmanlı Türkçesini bilmek yerel dillerle anlaşabilmek için yetiyordu. Divan Edebiyatı formatında eser verebilmek tüm Osmanlı coğrafyasında aynı ortak kurallara tabi idi. Ancak, imparatorluğun Kafkasya, Balkanlar ve Orta Doğu bölgelerindeki divanların söz varlığında yerel dil özelliklerini görmek de mümkündü. Osmanlı-Türk mimarisindeki estetiğin her miliminde birlikte yaşayan halklardan beherinin izlerini bulmak zor değildi. Osmanlılarda gördüğümüz bu kültürü birlikte yapmak ve paylaşarak yaşatma stratejik tutumunu diğer Türk devletlerinde de görebiliyoruz.
Birliktelik, emperyalizmin halkların ihtilafı üzerine stratejiler kurguladığı dönemlerde bazı sosyal depresyonlar yaratabilmiştir. Halklar arası ihtilafların yol açtığı travmaların giderimi ise doğal olarak halkların antiemperyalist güzidelerine düşmüştür, düşmelidir. Bu noktada halkların aydınları, demokratik paylaşımcı, adil ve gerçekçi ortak bir saf oluşturmuşlar ve oluşturmalıdırlar.
Yukarıda sıralanan Türk-Kürt birlikteliğini de içererek kurulmuş olan devletler, giriş bölümünde belirtilen veri tabanı esaslarına göre incelendiğinde, bu gerçek ortaya çıkmaktadır. Birlikteliğin ne zaman, nerede ve hangi alanlarda hayat bulduğu tespiti yapılabilirken, birlikteliği tehdit eden yapılanmaların da bilinmesi zarureti vardır. Zira söz konusu kültürel miras, halklardan sadece birisine ait değildir. Kültür mirasına vâris olan halkların “ben” merkezli arayışları, “biz” merkezli ecdat stratejilerinin yerini aldığı nispette, sömürücü kültür politikaları etkinlik alanı bulabilmekte, parçalanan kültür sahiplerince paylaşılmış olmayıp parçalanmış olmaktadır.
[1] 8-10 Ocak 2014 tarihleri arasında Türk Tarih Kurumu tarafından Ankara’da Uluslararası Tarihte Türkler ve Kürtler Sempozyumu düzenlenmiştir.
[2] Dr. Türk Halkbilim Araştırma Kültür ve Strateji Merkezi,< yasarkalafatqgmail.com> www.yasarkalafat.info
[3] İst. Türkiyat.
[4] Şükrü Kaya Seferoğlu-Adnan Müderrisoğlu, Türk Devletleri Tarihi (Etnolojik Bir Deneme), Azerbaycan Kültür Deerneği Yayınları, Ankara, 1986
[5] Yaşar Kalafat, Türk Kültüründe Kürtler, Berikan, Ankara, 2011
[6] Yaşar Kalafat, Türk Kültüründe Kürtler, Berikan, Ankara, 2011
[7] H. Kemal Türközü, “Türk sakalar (İskitlerin Batıya Göçleri ve Kürtleri’in Orta Asya’da Doğuşları”, Türk Kültürü Dergisi, Şubat 1982, S. 226, s. 324
[8] M.F.Kırzıoğlu, Kürtlerin Türklüğü, Ankara, 1968, s. 32
[9]İsmail Hami Danişment, Türklük Meseleleri, İstanbul, 1976, s.92-115
[10] M. F.Kırzıoğlu, Kürtlerin Türklüğü, Ankara, 1968, s. 32
[11]Yaşar Kalafat, Harezim’den Hakkâri’ye Hakkâri’den Golan’a Türk Kültürlü Halklarda Halk İnanışları, Berikan Ankara, 2009
[12] Yaşar Kalafat, Türk Kültüründe Kürtler, Berikan, Ankara, 2011
[13] Yaşar Kalafat, Türk Kültüründe Kürtler, Berikan, Ankara, 2011
[14] M. F.Kırzıoğlu, Kürtlerin Türklüğü, Ankara, 1968, s. 32
[15] M. A. Kaşgarlı,Türk Hazar İmparatorluğu, Ankara, 1994, (Yayınlanmamış Makale, s.14)
[16] Yaşar Kalafat, Cuci Kültür Coğrafyasında Karşılaştırmalı Türk Moğol Halk İnanmaları, Berikan, Ankara, 2913, s. 143–189
[17] Yaşar Kalafat, Harezim’den Hakkâri’ye Hakkâri’den Golan’a Türk Kültürlü Halklarda Halk İnanışları, Berikan Ankara, 2009
[18] L. Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara, 1971
[19] Yaşar Kalafat, Gregoryan Türklerde Halk İnançları, Berikan, Ankara, 2012
[20] Yaşar Kalafat, Türk Halk inanmalarından Hayvan Üslubu’nda Mitolojik Devri Dayım, Berikan, Ankara, 2013,
[21] Yaşar Kalafat, Aşiretlerimizde Mitolojik Bulgular, Berikan, Ankara, 2012, s.7-23
[22] Yaşar Kalafat, Türk Halk İnançlarında Kurt 2, Berikan, Ankara, 2009
[23] Yaşar Kalafat, Türk Halk inanmalarından Hayvan Üslubu’nda Mitolojik Devri Dayım, Berikan, Ankara, 2013, s. 117–138
[24] Yaşar Kalafat, Halk Kültürü Kültürel Kimlik Millî Strateji, Berikan, Ankara, 2012, s. 225–247